29 Ekim 2012 Pazartesi

Searching for Happiness


Krem rengi üstüne çizilmiş yıldız deseni gibi ışık saçan herkese merhaba! :)



Mutluluk nedir? Peki ya rengi nedir? Mutluluğu tanımlarsak mı yaklaşırız, yoksa yaklaşırsak mı ancak tanımlayabiliriz? Ya da tam tersi, mutluluğu mutsuzluktan yararlanarak mı tanımlamalıyız? Şimdi böyle deyince hayatımı felsefeye adamışım gibi oldu ama asıl bulmak istediğim, mutluluk kaynağıydı. Bu arada, evet geçen sene yönetim felsefesini üstelik de İngilizce almış, felsefeyi hayatımdan ondan sonra “ah bu been naptım ben” diyerek uzaklaştırmıştım, bu da bir dip not olsun tarihin sayfalarında.

Mutluluk geçmişi özlememektir belki. Şimdiki günlerini sevmek, geçmişe bakmamaktır, ama bu iş söylenildiği kadar kolay değildir. Eh tabii ki kolay olmayacak, yıllar yılı mutluluğun peşinde yazılmadı mı onca roman, şiir, hikaye? İnsan kendini ararken kaybolmadı mı kendi beyninde? Mesela bir bisiklete atlasak, nereye kadar gidince buluruz onu? Aslında hep aklımda dönüp duran birbiriyle ilişkili iki söz var; "nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi gelir" ve "insan nereye giderse kendini de oraya götürür." Bu yüzden tebdil-i mekanda ferahlık var mı, bu da ayrı bir tartışma konusudur..

Mutluluk diyorum belki, neyin nasıl yapılması gerektiğini bildiğin bir rutin içinde olmaktır bana göre. Bu rutini delen yine kendim olmalıyım, dış kaynaklar değil. Mutluluk olduğun yere ait olduğunu hissetmektir, orada kök salabilmektir. Orhan Pamuk'un yine çok sevdiğim cümleleri geldi aklıma, onu da söyleyelim sonra herkesi mutluluk bulma oyunuyla baş başa bırakalım:

"Derdimin bütünüyle ve olgunlukla farkına varmak, onunla yüzleşebilmek, hakkında doğrudan konuşmak en azından acıyı ortaya çıkarmak yerine aklımın tuhaf odak değiştirmeleri, aldatma ve unutma oyunlarıyla onu esrarlı bir duygu haline getirmiştim."

P.S.: Aslında bu yazı, yukarıdaki fotoğrafı çektiğim an beynimdeydi ancak özellikle 29 Ekim'de blogumda yayınlamak istedim, bugün blogda bir kaydım olsun istedim. Çocukluğumu, 75.yıl armasıyla eve gelişimi, törenleri izlemeyi, o coşkuyu yaşamayı, teşekkür duygusuyla sarmalanmayı bana hatırlatan çok özel bir gün bu gün-Cumhuriyet'imizin kuruluşunun 89.yılı hepimize kutlu olsun!


When i took this photo, there were issues about happiness in my mind. I asked myself what is happiness, what is it's colour, where is it hidden? Can we find it by riding a bike? Maybe happiness is not missing the past, maybe knowing what should be done. Still people could not find the answer...

By the way, 29th October is  national day for Turkey, although i wrote this before, i wanted to post on this special day. See you!

                                                                    GİZEM

Twitter: gizeemkose
Instagram: diaryofmystery

6 Eylül 2012 Perşembe

My lovemark : Tchibo

Tchibo her şeyden once ilginç bir marka ve bu sebeple çok ilgimi çekiyor. Sürekli değişen konsepti, gelen ürünlerin daha önce üzerine hiç düşünmediğiniz alanlarda olması, insanda mağazaya gitme isteği uyandırıyor.  Bunların yanında Tchibo kahveleriyle de çok ünlü. Çevremde Tchibo olunca kendimi mutlu hissediyorum, bazen hayatın durağanlığında değişik Tchibo ürünlerine bakarak gezmek iyi oluyor.
Bu aldığımın ikinci günü ücretsiz kargoyla  gelen ve inanılmaz rahat olan ayakkabılarıyla yine mutlu etti beni kendisi J Daha once de ayak ısıtan patikler almıştım, onlar da şirin bir çift olarak yanımdalar şimdi, kışı bekliyoruz.

Tchibo is an interesting brand and that’s why it attracts me. Changing consepts, having funny nice products makes you visit the store. Furthermore, Tchibo is also famous for its coffee. I feel happy when I have Tchibo store around me, sometimes by touring interesting Tchibo concepts, I can save myself from monotony. I ordered these shoes from internet, they came so quickly and they’re really comfortable. I had also bought feet warming socks, we are waiting for the winter.



İşyerim Kanyon'a çok yakın ve ordaki Tchibo da çok tatlı, bugün yine uğradım. Şu sıralar biliyorsunuz tüm firmalar "back to school" konseptindeler, Tchibo da Faber Castell ile iş birliği yapmış, ki o da ayrı bir lovemark'mdır! Duramadım yine kırmızı bir dosya kaptım kaşla göz arasında. Kırtasiye denince benim gözüm dönüyor, boya kalemi bile alırım kendimi kaptırıp. Bu arada çocukluktaki renk renk MonAmi pastel boyaları analım hemen burda, ayıp olmasın :) Sizin de içiniz bir kıpır etmiyor mu şu logoyu görünce? Ben küçükken logoyu ve yanındaki kaleyi resmetmeye çalışırdım bu pastellerle, içgüdüsel olarak yine çizip boyamak istedim :)

My workplace is close to shopping centers so i stopped by Tchibo today. You know,  all companies have the "back to school" concept these days and Tchibo is also one of them, it sells Faber Castell products.





Hepimize okula yeni başlama heyecanı gibi tatlı heyecanlar, en çok rengi barındıran pastel boya kutuları gibi renkli günler diliyorum!

                                                                                XOXO
                                                                                GİZEM






5 Ağustos 2012 Pazar

Previously on Desperate Housewives

Bir yaz günü. Sabah kahveni alırsın ve...En sevdiğin cümleni duyarak güne başlarsın "previously on Desperate Housewives!' 2004 yılında yayın hayatına başlayan bu  müthiş diziyi, neden bu kadar geç keşfettim bilmiyorum ama bildiğim tek şey, o mahalleyi sürekli gözetleyen biri olmaktan son derece mutlu olmam! 8 sezon boyunca oynayan DH'ı çok kısa bir sürede su gibi bitirdim.



Bence diziyi klasik dizilerden farklı kılan, günlük yaşamı gösterirken hep bir gizem katması, bu büyük gizemi yan olaylarla desteklemesi, "şimdi bu olacak" diye tahmin ettiklerinizin olmaması! Şöyle bir sezonlara bakarsak ana olaylar;

1. sezon: Mary Alice'in kendini öldürmesi
2. sezon: Applewhite ailesi
3. sezon: Orson Hodge'n gelişi ve gizemleri
4.sezon: Katherine Mayfair'n sırları
5. sezon: Dave Williams
6. sezon: Mahalle katili ve yeni taşınanlar
7. sezon: Paul Young
8. sezon: Ortak cinayet

                            From left to right: Edie, Susan, Bree, Lynette, Gabriel

Dizinin bir diğer farklılığı da bölümün başında olaylara geçmeden önce anlatıcının konuyla ilgili ya geçmişi, ya da aslında dizide olmayan ama hikayeyi güzelleştirmek için onların başına gelenleri anlattığı, aynı şekilde bunları sonunda da güzel bir anlatımla bağlaması, ki izleyenler ne demek istediğimi çok iyi anlamıştır :) Her biri ayrı kitap olabilecek sezonlardı ama bana sorarsanız en heyecansız olanı sezon 7 idi. En güzel bölümlerse hep felaketlerle ilgili olanlardı, o bölümleri (Lynette ve supermarket olayı, mahalleyi vuran kasırga, mahalleye uçak düşmesi...) gözümü kırpmadan izledim diyebilirim.




 Bolca da hastanede geçen bölüm oldu ama benim mi çok ilgimi çekti bilmiyorum, ne zaman hastaneye gitseler durum ne kadar ağır olursa olsun kim veriyorsa ellerinde hep kahve. Aynı şekilde sokakta konuşuyorlar ellerinde kahve. Birbirlerine gidiyorlar ellerinde içecek. Fakat o içeceklerin bittiğini de göremedik henüz :) Bir de kulağıma takılan bir kelime var; "appreciate!" zannediyorum günlük konuşma içinde en çok kullandıkları kelimelerden biri. 


Benim favori karakterim birine bir şey içmeye gittiğinde "içecek gibi değilim" dediğinde orayı terk etmeyip içkiyi kendi bardağına koyup sohbetine devam etmek gibi anlık tepkileri olan Gabrielle Solis. Ancak bu sizi yanıltmasın, bu umursamaz görünümünün altında son derece içli ve tatlı bir insan yatıyor, ben gördüm :) Onun olduğu sahneleri iple çektim. Gabriel der ki: "Anything worth doing is hard (Yapmaya değer şeyler zordur"). Gabrielle'i özetleyen dialoglardan biri şu olabilir;
Susan: Do you understand me? (beni anlıyor musun?)
Gabriel: Yes. (Evet)
Susan: Thank you. (Tesekkürler)
Gabriel: I understand. I just dont care. (Anlıyorum. Sadece umursamıyorum.)

Bree, kuralcılığıyla, düzen merakıyla, pişirdiği harika yemekleriyle tanınan kızıl saçlımız. Onun oğlu Andrew de durur durur güzel laflar eder. Kızına ben bile gıcık oldum izlediğim yerden.

Lynette, çocuklarıyla ailesiyle haşır neşir ancak kariyerini de hep sürdürmek isteyen mücadeleci ruhlu sarışın. Bir de kontrol etme bağımlılığı var. Çocuğuna söylediği " Hate me as long as you want and when you'are done I'll be here waiting (Benden istediğin kadar nefret et, bittiğinde burda bekliyor olacağım)" hala içime dokunur. Unutmadan, Lynette bir kot pantolona pantolonun cebinde 400 dolar olsa bile 500 dolar vermezmiş, kendisi dedi :)

Susan, Belki bu söylediğim çoğu DH fanı tarafından onaylanmayacak bir şey ama Susan'ın sakarlıkları ve iyilik yapacağım diye bozdukları bana fazla geliyordu. Ancak MJ ile reçelleri duvara atarak hayata sinirlerini geçirmeye çalışmaları beni Susan'a biraz ısıttı. Kızı Julie, bu kadar mı hem akıllı hem güzel olunur. Aynı şekilde Mike ile oğulları MJ de öyle, o ne ses tonu, o ne şeker çocukluktur.

Edie, diziye renk getiren en önemli karakterlerdendi, erken vedası beni yasa boğdu diyebilirim. Katherine, rüya gibi geldi rüzgar gibi geçti denilesi bir karakter. Az göründü dizide. Mary Alice, diziyi onun sesinden dinlemek güzeldi, ilk bölümde gitmeseydi iyiydi, ama sonra birkaç kere daha gördük kendisini geriye dönüşlerde. Renee, taa 7. sezonda Edie'nin boşluğunu doldurmak için geldi ama, biz burda boşluk dolduranları sevmeyiz dostum.p Tom, Lynette ve Renee'ye ofisini dekore edip edemeyeceklerini sorduğunda "mesgulüz" diyen "ama bütçe 20bin dolar" cümlesini duyunca "sana teşekkürle mesgulüz!" diyen bir insan.

"I love you once. I love you twice. I love you more than beans and rice"  Bu dizi beni aslında olmayan olaylara ağlar hale getirdi ya, başka da bir şey demiyorum.

Sizi çok özleyeceğim Fairview sakinleri(!) :)

*all pics from web










19 Temmuz 2012 Perşembe

Little Escape


Yine sıcak bir İstanbul günüydü.

Ruh halim biraz plastik gibiydi, kendimle birlikte duygularım da erimek üzereydi.
"Kırılmasın diye durur kalbim usul usul" dinleyerek kırmızı ayakkabılarımla yürüyordum.
Ağustosta çalışmaya başlayacağımı öğrenir öğrenmez hemen gidebileceğim en kolay yere, Şile'ye koştum, ruhumuzun gündüz/gecesi gibi bunlar da benim gündüz/ gecem oldu, ne güzel oldu :)

Küçük şanslar, küçük tesadüfler gibi küçük kaçışlar da güzeldir.

It was a hot Istanbul day.
My mood was a bit fragile, i felt like my senses were melting with me while i was walking with my red shoes.  As soon as i learnt that i will start working in august, i escaped to the nearest place.
Little escape is nice like little luck, little coincidence.


XOXO
Gizem

5 Mayıs 2012 Cumartesi

The Library Girl / Kütüphane Kızı


Dedikoducu Kız'ı, Kırmızı Başlıklı Kız'ı hatta Powerpuff Kızları'nı bile biliyoruz da Kütüphane Kızı nerden çıktı diyebilirsiniz, kendisi kozadan çıkmak üzere bir kelebek olan benim sembolik kullanımım. 4 yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçti ve ben 1 ay sonra üniversiteyi bitiriyorum, şaka gibi! 2 yıl önce alan seçiminde marketinge gönül verdiğimden beri durmaksızın devam eden  projelerden "last but not the least" olanı bitirme araştırmamı verebildiğimde dünyadaki en güzel yerlere gitmiş kadar olacağım. Yeni yerler keşfetmeye ve seyahate olan ilgimden dolayı turizm pazarlaması konusunu seçtim. Uzuun uzun dönemler kütüphanede ve evde bilgisayar karşısında geçti. Özellikle yabancıları bulabilmek için sosyal medyadan da çok faydalandım, buraya koyduğum anketi yapan herkese çok teşekkürler, artık analiz aşamasına geçebildim şükürler olsun :)

Bu arada yurt dışında yaşayan Türkler gerçekten çok yardımsever, severim onları :) Gerek yurtdışına gidildiğinde hemen yardımcı olmaları olsun, gerek okulla ilgili bir konu olsun, tanımadan bu kadar yardım etmeleri beni çok mutlu ediyor..


 You can say we know Gossip Girl, Little Red Riding Hood and even Powerpuff Girls but where did Library Girl come from? This is my symbolic expression of myself since i'm about to graduate. 4 years passed so quickly and I'm going to graduate after 1 month. Since i have chosen marketing as major, the projects have always continued but my graduation research is "last but not the least." Since i am interested in exploring new cities and travelling, i chose tourism marketing. I spent soo long time in library and in front of computer but now i passed to analysis stage. After i completely finish my graduation research, i will feel like i!m touring around the world haha :)



                   I hope you can go anywhere you like, for instance i would like to be here;

                                                              Taken at Lyon, France 

                                                                      XOXO
                                                                      Gizem

28 Mart 2012 Çarşamba

Red Inspiration / Kırmızı İlham

Merhaba!

Bahar nihayet geldi, hem de hızlı geldi! Kapkalın montlardan incecik trenchcoat'lara geçtik birdenbire..Su yeşili, şeftali rengi, açık pembe her yerde. Normalde o sezon moda olanı değil, hangi rengi en çok seviyorsam onu giyerim ama bu sezonun renkleri o kadar içimi açtı ki, gel beni takip et diye fısıldıyor :)

Beren Saat hayranı olan bir insan değilim, ama bu fotoğrafı internette gezerken görünce çok hoşuma gitti. Bu internet gezilerim zaten ayrı birer macera. Sanki dipsiz bir kavanoza atıyorsun beni, ben okyanustan çıkıyorum. Jamaika'nın iklimini araştırırken Stonehenge gizemlerine nasıl geldiğimi ben bile anlamıyorum çoğu kez.

Burada Beren Saat'in kırmızı pantolonuna bayıldım, beyazla giyinmesi, spor bir ayakkabıyla tamamlaması, sadece bileklik takması ve toplu saçları çok hoş bir bütünlük yakalamış, eminim bunun için uğraşmamıştır. Zaten ben de üzerinde çok düşünülmüş, büyük markalardan alınıp risksizce giyilmiş kombinlerdense, değişiklik yaratan, göreni hımm dedirten random kombinleri seviyorum :)


Source/ kaynak: web

Arkadaşlarla konuşurken de kırmızı pantolon alma hevesinde olduklarını söylemişlerdi, ben de yıllaaar önce alıp dolaba kaldırdığım pantolonu gün ışığına çıkarmaya karar verdim :) Hemen ojeyi, kırmızı beyaz yüzük-küpe takımını, Avon'un kırmızı serisinden aldığım farı ekleyip çekiverdim.



Bir de geçen hafta brand management dersinde renklerle ilgili çok güzel bir konu işlemiştik, bunu görünce yine aklıma geldi ama nerden bulup kaydettiğimi hatırlayamadım şu anda, yine internetin dipsiz kuyuluğu :)

source/ kaynak: web

Kırmızı hissetmek ister misiniz bilmiyorum ama umarım hep mutlu hissedersiniz!!

Not: Geçenlerde gireceğim sınavdan bahsetmiştim burada, IELTS idi o, sonucumu aldım, pek memnunum, aranızda sınava girmeyi düşünen/girecek varsa sorularını memnuniyetle cevaplayabilirim.

XOXO

GİZEM

25 Şubat 2012 Cumartesi

Şu çılgın Eurovisionlar / These crazy Eurovisions

Merhaba her biri renkli kurdelelerle bağlanmış hediye paketleri kadar tatlı okuyucular!

Eurovision hakkında görüşlerimi belirterek başlayayım yazıya. Aslında bu benim genel hayat görüşüm yaptığım bir şey, tek konuya özgü değil. Eğer daha iyisini yapamıyorsan, denemediysen, o durumda değilsen hemen "aa olmamış buu" diye çığlık atılmaması gerektiğini savunan bir yapıya sahibim. Tabii itiraf edeyim, kişiyi genel olarak beğeniyorsam yaptıklarını genellikle beğenirim, böyle bir durum da var. Neyse, ben Eurovision'ı izlemeye orta ikideyken başladım, zaten o sene de Sertab Erener kazanmıştı. O zamanlar kayıt cihazlarından ve internetten uzak minik bir çocuk olmamdan dolayı, her klip çıktığında televizyona zincirlenmekten başka çarem kalmamıştı, zira o danslara, o kıyafetlere vurulmuştum. Ben bin beşyüz kere izlediğim için hala aklımda ama, hatırlayalım mı?
*Sertab Erener's Eurovision song in 2003
"Eurovision'ı bizden başka kimse ciddiye almıyor"culardan da olmadım, büyüdükçe yine de izlemeye devam ettim. Bir de böyle durumlarda orda performans sergileyen insandan bile heyecanlı olduğumu kendi kendime gözlemledim. Gördüğünüz gibi kendime deney maddesi gibi davranmaktan da çekinmiyorum, bir kere de insanların bir şeye alışma sürecinin 23 güne yakın olduğunu okuyup kendiminkinin 54 gün olduğunu gözlemlemiştim. (Gerçek bir konudan konuya atlama uzmanıyım)

Efendim aslında bu yazıyı yazmamdaki sebep, bu yılki Eurovision şarkımızı sürekli arka planda çalmamdır, ayrıca ilk dinleyişimden itibaren beynimde çalmaya başladı. Bir insan düşünün ki rapor yazarken, arada kendi kendine gizemli bir hava verip "pirates, high seas, cautions, cannons and potions"diye tekrarlıyor!


*Can Bonomo's Eurovision song in 2012

Neden bilmiyorum şarkıyı dinlerken benim gözümün önüne ordan oraya zıplayan su yeşili asimetrik kıyafetler giymiş kızların arkasında bir kayada oturan mavi pullu bir deniz kızı geliyor. Kızın yanında bir cadı dumanlar çıkararak kazan karıştırıyor. Şarkının arasında tempo arttığında şapkasını şarkıcımıza atıyor. Dumanlar etrafı sarıyor, şarkıcımız tekneden atlıyor. Bunlar hep kahve kafası, başka bir şey değil :)

Kendi hayatımızdaki yarışlara odaklanacağımız yeni bir hafta gelmeden önce herkese kendi hikayesinin deniz kızı olabilme ve birilerinin dört bir yandan çekiştirdiği kendi ruhumuzu başkalarının ellerinden çekip alabilme olanağı  diliyorum..

XOXO
Gizem.


18 Şubat 2012 Cumartesi

Kısa bir Ara için Ne İçsek? / What Shall We Drink For a Little Break?

Herkese soğuk havayı takip eden güneşli bir günden merhaba!

Malum hava şartları nasıl değişirse değişsin biz değişmeden ne yapıyorsak onu yapmaya devam etmek mecburiyetinde olan canlılarız. Bazıları hastalanınca arar bitki çaylarını, bazıları ise hep en görünür yerde tutar. Ben galiba ikincisiyim, odamın her köşesinden bitki çayı çıkıyor. Artık paketlerini atıp kendim kutulara koymaya  başladım, hayata küçük molalar verdiğimde "hanginizde bakalım sıra bugün" edasıyla yaklaşıp birini kapıveriyorum. Markalar ve insanlar arasında duygusal bağlar çok önemli. Örneğin bir üründe "mod değiştirme" algısı varsa, bu kesinlikle ürünün kendi sağladığı faydaları aşıyor. Bu bitki çayları da benim modumu değiştiriyor, ya da ben öyle inanmak istiyorum, hem üretici hem tüketici için iyi bir alışveriş değil mi :) Türkiye'de bitki çayı çeşitleri artmasına rağmen yine de yurt dışındaki kadar çeşit yok maalesef. Örneğin Fransa' da sırf iki reyon bitki çaylarına ayrılmıştı, cennetti benim için.


Bu gördükleriniz benim alıp depoladığım çaylardan bazıları. Birkaç tanesinden bahsedecek olursam,
Lipton Form Plus Kiraz saplı olan başta rengiyle beni cezbetmişti, fakat diğer form çaylarının aksine şekersiz içilse bile içinde kendinden bir madde var galiba, tadı yerinde.
Ekinezya'yı sırf faydaları için içiyorum.
Erikli tarçınlı'yı ilk kez okulda denedim, sonra eve de aldım, özellikle kış mevsiminde iyi gidiyor.
Doğadan 7 otlu çay'ı çok yaratıcı bir dergi reklamı sayesinde fark ettim ama çok sık tükettiğimi söyleyemem, birçok bitkinin bir arada olması açısından güzel.
Ballı yeşil çay, eğer evde bal yoksa bal tadını size sağlıyor :)


 Şimdi gelelim favorilerimden birine..Yaklaşık iki yıl once, hobi olarak supermarketleri gezdiğim ve yeni ürünler aradığım günlerden birinde, Doğuş Mistik Chai ile karşılaştım, yanında süt hediyesiyle. Sonradan başka markalar da çıkardı benzerlerini, ama ben hala bunu kullanıyorum. Türk damak tadına pek uymayan bu sütlü çay piyasadan kalkmasın diye herkese markayla anlaşmam varmış gibi denettirmiştim.

Gördüğünüz gibi öncelikle süt ile suyu karıştırıyorsunuz..İsteyenler sadece suyla da yapabilir tabii ki, ama ben sütle öneririm. Çayımızı ilk koyduğumuzda hala beyaz renkli, sonradan sütlü kahve rengini elde ediyorsunuz, rengi de içimi de çok yumuşak.



                                                            İşte sütlü çayımız :)

Bunlar da daha yeni aldığım için hala paketlerinde duranlar. Elmalı tarçınlıyı kesinlikle denemenizi tavsiye ederim. Ballı limonlu da onla aynı seriden, hastalıklara iyi geliyor. Aynı seride kuşburnu ve ahududulu çilekli de var, ahududulu çilekliyi okulda içiyorum, onun kokusu da harika.Yaseminli yeşil çayı, eğer yeşil çay içemiyorsanız mutlaka alın, yeşil çayların içinde benim favorim, hakikaten yasemin gibi. Bergamot aromalı da yeşil çayda değişik tatlar arıyorsanız ideal. Yaban mersinli çay ise kırmızı görünümüyle olsun içtikçe enerjik hissettirmesi olsun listelere hızlı bir giriş yaptı :)




Bunlar bitki çayı değil elbette, konudan sapmak olacak ama sizle son zamanlarda içtiğim iki güzel içeceği daha paylaşmak istedim, Baileys'li kahve ve İspanya'nın içeceği Sangria (Burdaki ile İspanya'daki çook farklı tabii, buradakilerde çok az alkol varken İspanya'dakiler çok daha ucuz olmasına rağmen çok alkollü.)

Renkli, mutlu, pozitif haftasonları!

Gizem.





14 Şubat 2012 Salı

Siyah ya da Beyaz, Yalan! / White or Black It's Still A Lie

Çok sevdiğim bir şey olursa kıymeti bilinmez diye çok söylemem bazen, ya da "ne var normal işte" deyip benim o çok önemli bulduğum konunun yanından geçip gidebilirler diye. Bunu yapıyorlar diye de kimseyi kınayamam aslında çünkü bilincimizde bambaşka anılar taşıyoruz, herkese aynı şekilde etki etmesini bekleyemeyiz nesnelerin, kokuların ve daha bir sürü şeyin. Ama işte, o yüzden de kendime saklıyorum. Fakat bu şarkı, ne yapıyorsam bir an önce bitsin de ona döneyim diye sabırsızlandığım, insan gibi özlediğim bir şarkı oldu. Defalarca kafamda klibini çektim, kendimi oradan oraya savurdum (gerçek ve mecazi anlam, iki anlamlılık sanatı hihi). Bir başlangıç yapayım dedim, şimdi dinlerseniz belki size de başka şeyler çağrıştırır, ben kendim bulup dinledim, kendime teşekkür ediyorum iyi ki öyle her gördüğü şeye tıklayan bir kızım, evde denemeyin tehlikeli bir huyum.
Şarkıyı dinlerken hep tüllerden görünen bir kız hayal ediyorum. Şeffaf gibi görünüyor ama aslında karaltılı. İçinde söylemek istediği, yaşadığı bir sürü şey, birkaçını söyleyebildi yalnızca. 
Don't you hear me when i say i am lonely?
Do i kid myself to think that i am your one and only?
                                                   I am dying to believe you
                                               Tell me what else should i do?

Toplumun çoğunun kendini özel hissettiğini, hatta bunun için üreticilerin çeşitli oyunlar oynadıklarını biliyor, fakat yine de kendine ait minik odada yine de kendi kendini kandırmış bile bile, penceden bakıyor şimdi. Sadece bir duygu ya da sadece bir kişi ile ilgili değil, hayat hakkında olacağına inandığı bir çok şeye dair inancımı olmayacağı belli olmasa bile kırmayacağım demiş, "sen kırmazsan ben kırarım" diye üflenmiş mumuna sonra..
En sevdiğim, her yerde aslında size bakarken içimden söylediğim kısımsa,
cross your heart and hope to die 
white or black it's still a lie
every city that you fly 
i sit home and wonder why
while you're out there getting high
one more night for me to cry
can you look me in the eye
cross your heart and hope to die
"Hope to die, hope to diee" diyerek ip atlıyor kızımız. Başkaları bir şeyler yaparken, yatağının kenarındaki desene gözü takılıyor, kitabın sayfasının kıvrılmış olduğunu düşünüyor, düşünüyor da düşünüyor. Başkaları başka yerlerde başka şekillerde yaşarken, o sadece tüllerin biraz daha savrulmasını, üstüne peri tozu yağmasını falan bekliyor.

Aslında şarkı çok mutlu gibi, ama böyle inceye dalınca da hüzünlü.
O zaman biz dalmayalım daha fazla, şarkının başına odaklanalım,
LALA LALALALAL LALALALAL :)

Madem peri tozu yağmıyor, pudra rengi pamukların üstünüze yağmasını dilerim:)
XOXO

Gizem..























10 Şubat 2012 Cuma

Kahvenin Her Türlüsü Kabulüm / Brown? Accepted!

Kahverengiyi de kahveyi de çok sevenler, selam olsun!

Havalar hala çok soğuk ve ben de tatilimi yine bir kişisel gelişim aktivitesine feda ettiğimden dolayı (gerçi bu kişisel gelişim aktiviteleri gelişemezsen fena sonuçlar doğurabiliyor o ayrı) az biraz boş zamanda en yakın yerlere atıp duruyorum kendimi. Bununla birlikte boş vakitlerimde de 'hımm şimdi ne yapsam' diye diye o vaktin bir kısmı gidiyor, buna bir çözüm bulmak lazım.

 En sevdiğim kahverengi şu aralar kirpiciğim. Küçük sevimli eşyalara zaafım var eskiden beri. Tabii bu yanda gördüğünüz şirin mi şirin kirpi yani benim ona taktığım adıyla 'Furby''i eşya olarak çağırmıyoruz asla. Kendisi burnuna dokunduğumda bana sesler çıkaran, bazen varlığını unutup dolabı falan hızlı çarptığında kendi kendine kıkırdayan küçük gün ışığım. Hatta geçenlerde kirpilerle ilgili bir makaleye denk geldim, nasıl keyiflendim anlatamam, İngiltere halkının kirpliler hakkında tutumlarını anlatıyordu. Çeşitli ülkelerden aldığım ayılardan oluşturduğum koleksiyonumun yanında uslu uslu duruyor. Neyse en azından hiç koleksiyonum olmadı demiyorum bu ayıcıkların sayesinde. Gezilerin ortasında 'ayı almam lazım' dediğimde bana alıştıkları için göz devirmeyen tüm arkadaslarıma sevgiler gönderiyorum, televizyondaymışımcasına.
  Evden çıkmadan mutlaka bir bardak kahve içerim eğer çok geç kalmadıysam ve gittiğim yerde hemen içme imkanı bulamayacaksam. Fakat kimi zaman aşağıda gördüğünüz gibi sabah kahvesini akşam kahvesiyle taçlandırdığım da oluyor..





Peki gelelim giyim kuşama.. Kahverengi çok tercih ettiğim bir renk çünkü onunla birlikte giyilebilecek pek çok renk var. Üstelik o renklerle birlikte giyinince kimi insanların kapalı ve depresif bulduğu havasından da kurtuluyor. Kıyafette olduğu gibi oje renklerinde de kahverengiyi tercih ederim çoğunlukla, neredeyse tüm tonlarını alıp onlarla oynamak çok hoş..İki değişik oje rengini kahverengi temelinde iki farklı elbiseyle denemek, hayattaki küçük mutluluklarımdan..



Bu yazının sonunda kahve içmeye gittiğimi söylemem sizi şaşırtmaz değil mi? Bu kar kışın bile keyfini çıkarmanız dileğiyle..

Gizem


For English readers, general translation :)
Nowadays, the weather in Istanbul is extremely cold and i sacrified my holiday for self development-so no holiday for me this year. Although the name is self development, it will negatively affect me if i cant be successful :) So, when i find free time, i try to go to the places around me. However, time spent on thinking 'hımm what should i do in my free timee' exceeds time spent doing it, as a funny thing. The brown i like most is my dear hedgedog. I have always loved cute small things. But of course, my dear hedgedog is not a thing, we call it as Furby..It's my sunshine that giggles when touched, and it always reminds itself even if you forget it. I've read an article about English people's attitudes towards hedgedogs and enjoyed a lot. My hedgedog stands near my bear collection that i had bought from various countries. Special thanks to my friends who respected my this interest because i often say 'i have to buy a bear' during our journeys haha :)

I always drink coffee before i leave home unless i am late. Also i sometimes drink additional cup of coffee in the evenings..What you see in the picture is Turkish coffee.

Let's talk about fashion..The reason i prefer brown while getting dressed is it can be combined with a lot of colours. Some people think brown is a bit depressive but when it is combined with other colours, it is obviously not. I also prefer brown nail polishes. Below you see my two outfits that are mainly brown completed with two different nailpolishes.
Thanks for reading, enjoy your time!

Gizem





4 Şubat 2012 Cumartesi

Gossip Girl; Büyük Kırmızı Elma / Big Red Apple



Bonibon gibi dizimiz Gossip Girl'ün 100. bölümünü izledim o kadar karlı havadan sonra birdenbire güneş açan bir cumartesi günü. Aslında karlı havanın da pek tadını çıkardığım söylenemez, zira final dönemime denk geldi, o sınav senin bu proje benim uğraşmakla meşguldüm. Neyse, yine konudan çıktım, Gossip Girl'ü sadece ne giydiklerine bakarken bile eğlendiğim için severim, ayrıca Blair'in her konuya nasıl yaklaştığını merak etmek de bir sebep sayılabilir.


Tahmin edeceğiniz gibi, favori karakterim her söylediğini bir yerlere not ettiğim, her giydiğine ev inceleyen mimar edasıyla"hımm" diye yaklaştığım Blair Waldorf -kendi tabiriyle ve benim de itirazım olmadığı şekliyle "Queen B".- Mesela geçen bölümden aklımda kalan söz: "Just because we can't be together, doesn't mean that i won't love you" ve tabii ki kendisinin aldığı onca yolu şu şekilde özetleyebiliriz: "In just five short years, she could turn her headband into a tiara for real."

Vee gelelim Chuck Bass'a yani "I am Chuck Bass" deyince dünyaların durduğu adama. Ne söylemiş bu bölüm bakalım: "You think because i love her, I want her all to myself. But i am not that man anymore. I just want her to be happy."  Çok değiştin sen Chuck çook..

Her ne kadar Blair'i de Chuck'ı da ayrı ayrı sevip, 2si bir arada kahve şeklinde olduklarında daha da şenlensem de, Louis pek bir akıllı sevimli bir insandı-Blair'e düğün sonrası oynadığı oyuna kadar. 100. bölümdür diye güya bir Gossip Girl açıkladılar, fakat ben gerçekten onun olduğuna inanmıyorum.


XOXO,
Gizem.




General Translation for English readers :)

I watched our sweet tv series Gossip Girl's 100th episode on a snowy saturday. I cant say i enjoyed the snowy weather because it was final's time and i was busy with a lot of exams and projects. I can love Gossip Girl just because i love to watch they had worn and i really wonder how Blair approaches to events.

As you can guess, my favorite character is Blair Waldorf who is Quenn B, exactly. I often take note when she speaks and i analyse what she wears like an architecture who analyses buildings :) Blair's words that i kept in mind from last episode: "Just because we can't be together, doesn't mean that i won't love you". We can summarize her progress with this:  "In just five short years, she could turn her headband into a tiara for real."

When it comes to Chuck Bass who is the man who can stop the world by saying "I am Chuck Bass". He said: "You think because i love her, I want her all to myself. But i am not that man anymore. I just want her to be happy." He has changed a lot..

While i love Blair and Chuck seperate and together, i thought Louis was a sweet man-until the end of 100th episode. They announced a Gossip Girl in the end-but i cant say i believed maybe i didnt want to.

XOXO
Gizem

*all pictures from web
kaynak: web



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...